20.
asrın büyük dava ve ilim adamlarından olan Mevdûdî, 3 Recep 1321 (25 Eylül
1903) ’de Hindistan’ın Haydarâbâd eyaletine bağlı Evrengâbâd kasabasında doğdu.
Babası Delhi’nin saygın eşrâfından avukat Seyyid Ahmed Hasan ( 1855-1920)’dır.
Annesi Rukiye Begüm ise Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden Türk asıllı bir
ailenin kızıdır.
Kendisine, dedesi
Ebu’l-A’lâ’nın adı verildi. Hz. Hüseyin’in soyundan geldiği için Seyyid
Ebû’l-A’lâ olarak anıldı. Mevdûdî, Seyyid Ahmed Hasan’ın beş çocuğundan en
küçüğü ve ikinci evliliğinden olan ikinci oğlu olarak dünyaya geldi. Mevdûdî,
dînî atmosferin yoğun olarak yaşandığı bir evde doğdu. Dindar olan anne-babası
Seyyid’in yetişmesi, dînî terbiyesi, ders ve eğitimi için büyük özen
gösterdiler. İlköğrenimine avukat olan babası Seyyid Ahmed Hasan’dan Farsça,
Urduca, Arapça, mantık, fıkıh ve hadis ilimleri alarak başladı. İlk düzenli
okul hayatına 1914’te on bir yaşında nispeten iyi eğitim veren
Medresetü’l-Fevkâniyye’de başladı ve 1915’te Haydarâbâd’da sürdürdü. Liseyi
dışardan bitirdi. Dinî eğitimi sarf ve nahiv, ma’kûlât, ma’ânî ve belâğat
dersini Delhi’de sabah namazından önce Mevlânâ Abdusselâm Niyâzî’den aldı.
İlimde, irfanda ve
edebiyatta ideal bir eğitim alan Mevdûdî, ailesinin ve hocalarının
çalışmalarını boşa çıkarmamış, özel kabiliyeti ve gayreti sayesinde de
kendisini en iyi şekilde yetiştirmiştir. Küçük Mevdûdî’nin en önemli
özelliklerinden birisi de kitap aşığı olmasıydı. Ayrıca 1914 yılında Mısırlı
düşünür Kasım Emin’in el-Mer’etü’l-Cedîde isimli eserini Arapçadan Urducaya
çevirmesi, onun Arapçaya olan hâkimiyetini ve o yaşlardaki eğitim durumunu
belirgin bir biçimde ortaya koymaktadır.
1918’de Delhi’ye taşınarak
burada ağabeyinin yanında çeşitli dergilerde yazılar yazmaya başladı. 1920’li
yıllarda Hindistan Hilafet Hareketi’ne katılan Mevdûdî, yazılarında çoğunlukla
Müslümanların içinde bulunduğu kötü durumu ele aldı. O yıllarda meydana gelen
Hindu-Müslüman çatışmaları onun fikir hayatında derin izler bıraktı. Mevdudî
ilk eseri olan ‘el-Cihad
fi’l-İslam’ı (İslam’da Cihad) yazdı.
Bu kitabı yazma çabası İslam’ı anlamada Mevdudî’ye büyük bir netlik ve yoğunluk
sağladı.
Mevdûdî, Delhi’de 1928 yılına kadar çeşitli gazete ve dergilerde
yazılar yazdı ve editörlük görevlerinde bulundu. Ayrıca birisi Arapçadan, diğer
üçü de İngilizceden olmak üzere dört kitap tercüme etti.1928’de Haydarâbâd’a
dönen Mevdûdî, 1932 yılında, vefatına kadar onun fikirlerin yayılmasında önemli
bir işlevi olan Tercümânü’l-Kur’ân dergisinin editörlüğünü üstlendi. Mevdûdî,
1937 annesi tarafından akrabası olan Mahdume Begüm’le evlendi. Bu
evliliklerinden dokuz çocukları dünyaya geldi. Yine aynı yıl Muhammed İkbal’in
daveti üzerine Doğu Pencâb’a gelerek 1939 yılına kadar buradaki İslâm Araştırma
Merkezi (Dâru’l-İslâm)’nin kurulması ve faaliyetlerinin yürütülmesi
çalışmalarına katıldı.
Ülkenin İngiliz işgâlinden
kurtulmasını savunan Cem’iyyet-i Ulemâ-i Hind ile Müslümanların bağımsız bir
devlet kurmasını savunan Muhammed Ali Cinnah’ın öncülük ettiği Hindistan
Müslümanlar Birliği’ne mesafeli duran Mevdûdî, kendisiyle benzer düşünceleri paylaşan
âlim ve aydınlarla 25 Ağustos 1941’de Lahor’da Cemâat-ı İslâmî teşkilatını
kurdu. Hükümetin politikalarını eleştirmesi ve teşkilatın görüşlerini ülke
çapında bir kampanyaya dönüştürmesi sonucunda Mevdûdî ve teşkilatın önde
gelenleri, 1948’de tutuklandı. 1950’de serbest bırakılan Mevdûdî, faklı
görüşlerdeki İslâmî grupları Karaçi’de bir araya toplayarak onların, kendisi
tarafından ortaya koyulan İslâm devletinin ilkeleri hususunda anlaşmaya
varmalarını sağladı.1953’te Pencap’ta düzenlenen Kâdıyânîlik karşıtı
gösterileri kışkırttığı gerekçesiyle askerî mahkeme tarafından ölüm cezasına
çarptırıldı. Kamuoyundan ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen baskılar sonucu,
cezası önce sivil mahkeme tarafından ömür boyu hapse çevrildi, ardından da
yüksek mahkemede beraat etti (22 Nisan 1955)
24 Haziran 1956’da hac yolculuğuna çıkan Mevdûdî, Beyrut ve
Dımaşk’ta İhvân-ı Müslimîn önderleri ve bazı âlimlerle de görüştü. 1959’da,
yazmakta olduğu tefsir için bilgi toplamak ve Kur’ân’da adı geçen yerleri
görmek üzere Suudî Arabistan, Suriye, Ürdün ve Mısır’ı kapsayan üç aylık bir
yolculuğa çıktı. Bu seyahati Sefernâme-i Arzı’l-Kur’ân adıyla kitap haline
getirildi.
Mevdûdî, 1972’de sağlığının
bozulması yüzünden cemaatin liderliğini Miyan Tufeyl Muhammed’e bıraktı. Tedavi
görmek maksadıyla Mayıs 1979’da oğlunun tabip olarak çalıştığı Amerika Birleşik
Devletleri’ne giden Mevdûdî, bir dizi ameliyatın ardından 22 Eylül 1979’da
vefat etti. Naaşı Pakistan’a götürülerek 1 milyondan fazla insanın katıldığı
cenaze namazının ardından, Lahor’daki uzun süre ikâmet ettiği evinin bahçesine
gömüldü. Dünyanın çeşitli bölgelerinden temsilcilerin de katıldığı cenaze
namazını Dr. Yusuf el-Karadâvî kıldırmıştır.
Mevdudi’nin vefatından sonra ardından ilim ehli bazı alim ve
davetçilerin görüşlerini nakledelim:
Şeyh Ebul Hasan
Nedevi diyor
ki: “Müslüman genç nesli Mevdudi gibi etkileyen bir kişi daha tanımıyorum.
Davetini ilmi esaslar üzerine kurmuştu. Siyasi davaların, sömürgeciliğin
üzerine kurulduğu esaslardan çok daha sağlam çok daha metindi. Yazıları ve
araştırmaları batı medeniyetinin tabiatını tanımaya yönelikti. Hayat felsefesi
ve yorumu ilmi idi. Onun gibisi bu zamanda az bulunur. Dini, İslam’ın yaşam tarzını
ve medeniyetini, siyasi hikmetini, toplum ve hayatı şekillendirme tarzını
açıklamıştır. İslam’ın beşeri toplumlar ve insani gidişata dair önderliğini
ilmi, sağlam bir üslupla, modern bir dille, ortaya koymuştur. Onun tarzı uzun
zamandan beri İslami edebiyatta var olan boşlukları doldurmuştur. İslam ahlâkı,
İslami yaşam tarzı ve akidesiyle Müslüman gençlikteki “yetersizlik” duygusuyla
mücadele etmiştir. Yazdığı yazılar bu gençlerin İslam’ın salahiyeti ile modern
asra ayak uydurmalarında ve kendine güvenlerinin geri dönmesinde çok etkili
olmuştur.”
İhvan-ı Müslimin’in
mürşitlerinden Ömer Tilmisani,
Hasan El Benna ve Mevdudi’nin İslami davet metodlarını karşılaştırırken şöyle
diyor: “Şüphesiz
her ikisi de eşsiz bir kuşağın imamlarıdırlar. Çünkü davalarındaki bütün
metodların, üslupların, bilgilerin kaynağı Kuranı Kerim ve Resulullah
(s.a.v)’dır. Görüşlerini falanca filozoftan veya filanca kitaptan
almamışlardır. Okulları İslam davetine leke sürebilecek olan bütün anlayış ve
düşüncülerden olabildiğince uzaktır. Hasan El Benna’nın karşılaştığı bütün
sıkıntı, saldırı ve eziyetlerin aynısına İmam Mevdudi’de maruz kalmıştır. Adeta
ikisi söz birliği etmiş gibidirler.”[6]
Çağımızın büyük
alimlerinden Dr. Yusuf
el-Karadavi diyor ki: “…
Islahatçı müfekkir. Aynı zamanda toplum doktoru. Basireti ile ümmetin
dertlerine uygun ilaçlar sunuyor. Derinlere dalıp sebepleri anlamaksızın
sonuçlara göz gezdirmekle yetinmiyor. Hastalığı tespit ettiği zamansa içerdeki
mikrobu yok etmeden sadece yüzeysel iyileşme sağlayacak merhem vermekle
kalmıyor. Hastalığın kökünü kurutmadan, acıyı kısa süreliğine dindirecek
çareler sunmuyor. Bu noktada Mevdudi ümmet için onun hastalığının hakikatini,
mikrobun aslını bilen deneyimli bir doktordur. İmam Ebul Ala Mevdudi’nin
önceliği modern cahiliyye ile savaşmak, insanları tam anlamıyla ibadete ve
dine, sadece Allah’ın hâkimiyetine boyun eğmeye, konumu ve misyonu ne olursa
olsun -ister aydın, ister siyasi lider- yaratılmış birinin hâkimiyetini
reddetmeye döndürmektir. Toplumsal, ailevi, ferdi, şahsi, iktisadi ve medeni
hayatta batı fikrini reddeden, devrimci ve değişimci bir metod izleyen İslami
hareket inşa etmektir. Bu düşüncesini bütün kitaplarında ve araştırmalarında
ortaya koydu. Çalışmaları onun İslam’a davet ve yenilik felsefesini ifade
ediyordu. Böylece söz konusu hareketi inşa etmek ve yaymak için cemaatini
kurdu.””[7]
Abdullah el-Akîl şöyle demekte: “Allame Mevdudi çağdaş
İslam sancaklarından, mütefekkirlerinden, davetçilerinden biridir. Allah Teâla
ona hikmet, ileri görüşlülük, derin kavrayış, ilmi basiret, olayları teemmül,
fikirler ve durumlar üzerine geniş çaplı çalışma, bilgi kaynaklarını
inceleyerek güvenilir olanları ayırt edebilme, batı medeniyetinin faydalı
taraflarını alıp zararlı taraflarını reddetme, İslam’ı hayatın her alanındaki
sorunlar için bir çözüm olarak sunabilme kabiliyeti bahşetmiştir. Şehit İmam
Hasan El Benna’nın metodu da işte buydu. İlmi yöntemleri kullanarak
müslüman kardeşimizi İslami yöntemlere uygun olarak şekillendirirdi.”[8]
Mevdudi’nin yanında yetişmiş Prof.Dr. Ahmed Enis’de şöyle
demekte: “Mevdûdî’nin doğduğu yıllarda Müslümanlar yenilgi psikolojisi ve
batıya karşı ‘özür dilemeci’ bir tavır içindelerdi. Müslüman âlimlerin bir
kısmı İslam’ın Hıristiyanlığa yakın olduğu gibi söylemlere başvururken, bir kısmı
da; namaz, zekât gibi 5 şartla cennete gidilebileceğini söyleyerek sadece bu
ibadetler üzerinde durdular. Ancak Mevdûdî, dinin, namazın, zekâtın ne anlama
geldiğini ve bu ibadetlerin hakikatinin ne olduğunu ortaya koymaya çalışarak,
tevhidin bu ibadetler üzerinden anlatılması için uğraşıyordu. Allah’ın sadece
caminin değil aynı zamanda caminin dışında da, ekonominin, siyasetin, sosyal
hayatın da Rabbi olduğunu anlatmaya çalıştı. “Kur’an’da Dört Terim” adlı
eseriyle, Kur’an’ın ve İslam’ın daha iyi anlaşılmasını sağlayacak ilah, rabb,
din ve ibadet kavramlarının hakiki anlamda anlaşılabilmesi için uğraştı.”[9]
Temsil ettiği fikri gelenek
itibariyle Mevdudi, kendisinden önce yaşamış dini ve siyasi alandaki muhtelif
önderlerin izlerini taşımaktadır. Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet’i yorumlamada İmam
Ebu Hanife’yi takip ederken, Müslümanların özgüvenini kazanması, İslami devlet
özlemi, diriliş çağrısı ve ihyacılık gibi konularda, birlikte çalıştığı
Muhammed İkbal’in izleri görülür. Klasik literatürü yeniden değerlendirirken
fıkhî bakış açısından yararlanılması gerektiği fikrinde Şiblî-Nu’mânî onun
rehberi olmuştur. Yine teorik bağlamda bile olsa, Mevdudi’nin Kuran’a ve
sünnete dönme çağrılarında ise, İbn Teymiyye’nin ve Muhammed b. Abdulvehhab’ın
selef esasına dayalı anlayışının izleri görülür.Mevdudi, ilk bakışta farklı
özellikleriyle temayüz etmiş bulunan bu düşünce önderlerinden de istifade ile
seçmeci bir orta yol geliştirmiştir.[10]
Mevdûdî evrenin tek yaratıcısı ve tek hâkiminin Allah olduğuna
inanmanın tevhid inancını açıklamaya yetmediğini, ayrıca insanın soysal ve
siyasal yaşamı üzerinde de tek hâkimin Allah olduğuna inanması gerektiği
yönünde yeni bir tanımlama yapar. Bu şekildeki bir tevhid inancına göre Allah
her şeyi yaratan, kâinatın düzenini elinde tutan ve aynı zamanda insanın sosyal
ve siyasal tüm etkinliklerini belirleyendir. Allah tek hâkim otoritedir.
Otoritesini hiç kimseyle paylaşmaz. Câhiliye Arapları Allah’ın var olduğunu,
hatta bazıları bir olduğuna da inanmaktaydılar. Ancak, onların kabul etmediği
şey Allah’ın siyasal hâkimiyetiydi.
Mevdûdî’nin teolojisi
Allah’ın zat ve sıfatları etrafında değil, O’nun hâkimiyetinin neyi
gerektirdiğini açıklama yönünde gelişmiştir. Mevdûdî Allah’ın varlığını ve
birliğini dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmenin hakikî Müslüman olmak için
yeterli olmadığına inanır. Mevdûdî bu şekilde bir ikrara ‘kelime-i hâtibe’
demektedir. ‘kelime-i tayyibe’ ise Allah’ın varlığı ve birliğini tasdik ve
ikrarın ötesinde, O’nun gönderdiği kanunların insanın tüm kişisel tercihlerinde
olduğu gibi sosyal ve siyasal bütün alanlarında da tek hâkim belirleyici olarak
kabul edilmesidir.[11]
Mevdûdî Dört Terim’i(ilah, rab, ibadet ve din) anlamlarını
merkeze çekmiş ve Kur’an’ın tamamını bu yeni anlamlara hizmet edecek şekilde
okumuştur. Hz. Adem’le başlayan vahiy ve peygamberlik sürecini ve insanın
yaratılış gayesini ‘Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini gerçekleştirme’ olarak
değerlendirmiştir. İslâmî bir devletin kurulmasını dinin gönderiliş gayesi
olarak ele almış ve insanı yeryüzünde Allah’ın siyasal egemenliğini kuracak
halifeler olarak görmüştür.
Mevdûdî bütün bu düşüncelerden hareketle İslâmi bir devlet
modeli ortaya koymaya çalışmış ve bu amaçla uzun yıllar liderliğini yaptığı
Cemaat-i İslâmî Partisi’ni kurarak düşüncesini hayata geçirmek istemiştir.
Mevdûdî’nin düşüncelerinin etkilerini Mısır başta olmak üzere birçok ülkede ve
Türkiye’de de görmek mümkündür.
ESERLERİ:
Mevdudi’nin on sekiz
yaşında başlayan yazarlık hayatı vefatına kadar devam etmiştir. Bu zaman
zarfında Mevdudi; dini, ilmi, içtimai, tarihi ve siyasi içerikli 120 kadar
kitap ve risale neşretmiştir. Bini aşkın konferans vermiş; bunlardan 700
kadarının kayıtları mevcut olup bir kısmı neşredilmiştir. Mevdudi, eserlerinin
neredeyse tamamını ana dili olan Urduca yazmıştır.
Mevdudi’nin, konuları itibariyle
pek çok alanla ilgili olarak çalışmalar yürüttüğünü gösteren belli başlı
eserleri şunlardır:
1. Tefhîmü’l Kur’ân (I-VI, Lahor1942–1972). Mevdûdî
Tercümânü’l-Kur’ân’da 1942’den itibaren yayımlamaya başladığı Kur’ân-ı Kerîm
tefsirini1972’de tamamlamıştır.
2. Tercüme-i Kur’ân-ı Mecid ma’a Muhtasar Havâşî (Lahor
1396).Türkçeye Durmuş Bulgur tarafından Tefhîmu’l-Kur’ân Meali başlığıyla tercümeedilmiştir
(Konya 2003).
3. Kur’ân ki Çâr Bünyâdi Istılâhayn: İlah, Rab, İbadet, Din
(Lahor 1941,1978; trc. Osman Cilacı-İsmail Kaya, Kur’ân’a Göre Dört Terim:
İlâh, Rab,İbadet, Din, İstanbul 1987; Mahmud Osmanoğlu, Kur’ân’ın Dört Temel
Terimi,İstanbul 2000).
4. Sünnet kî Â’inî Haysiyet (Lahor 1963). Mevdûdî’nin
Tercümânü’l-Kur’ân’da Dr. Abdülvedûd adlı bir şahısla sünnet ve hadis
inkârcılığı konusunda yaptığı tartışmaların kitap haline getirilmiş şeklidir.
N. Ahmed Asrar tarafından Sünnetin Anayasal Niteliği (İstanbul 1997), Durmuş
Bulgur ve Halid Zaferullah Daudi tarafından Sünnetin Anayasal Konumu (Konya
1997) başlığıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.
5. Siret-i Server-i Âlem (I-II, Lahor 1979). Mevdûdî’nin
hayatının sonlarında kaleme aldığı Hz. Peygamberin hayatına dair eseridir.
Kitabı N.Ahmed Asrar, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı
adıyla Türkçeye çevirmiştir (II-III, İstanbul 1983, 1985, 1992)
İlgili yazılar