Düşünce Akademisi’nde Bu Hafta Dersler Ramazan Kayan, Ferhat
Kentel ve Ümit Aktaş tarafından verildi.
Ramazan Kayan insanlığın umudu ve ufku olmak, yeryüzündeki
onurumuzu ve özgürlüğümüzü korumak için sekülerleşen din anlayışına karşı
kendimizi nasıl koruyabileceğimizle ilgili aşkınlık, arınmışlık, adanmışlık,
aidiyet, aksiyon ve aşk kavramlarını yeniden manalandırdı. Ahirete inanan fakat
ticaretlerinde, sanatlarında, edebiyatlarında ahiret olmayan Müslümanların
dünya hayatının peşine düşerek helak olmalarını ”peşin olanın peşine düşmek”
olarak tanımladı. Tüm toplumları ve tüm kavimleri bozan ‘dünyevileşmek’
olgusunun günümüzde de Müslümanları bozan ana unsur olduğu gerçeğinin altını
çizdi.
Arınmışlık kavramını işlerken ahlak krizinin üzerinde durdu.
Bulunduğu dönemde 250 milyon kişi arasından resul seçilen Hz. Muhammed (sav)’
in ”Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin”(Kalem:4) ayetine muhatap olmuş bir
beşer olmasının tesadüf olmadığını vurguladı. Ahlakın her şeyin çözümü ve
adresi olduğunu tarihin içinden şu benzetmelerle somutlandırdı:
”Ahlak dışı bilgi insanı Belamlaştırır.
Ahlak dışı bir hazine insanı Karunlaştırır.
Ahlak dışı bir güç insanı Firavunlaştırır.
Ahlak dışı bir iktidar insanı Yezidleştirir.”
Ferhat Kentel bu hafta tahayyüllerimizi ebru sanatı metaforu
üzerinden anlattı. Asıl rengin biz neyiz sorusunun cevabı olan toplumun kurucu
işlevindeki ‘modernleşmek’ tahayyülü olduğunu, diğer küçük dokunuş ve renklerin
ise kendimize ait küçük tasavvurlar olduğunu bu metafor üzerinden
betimledi.
Fonksiyonel işlevselci modelin 20’li ve 40’lı yıllardaki
ideal Amerika toplumunu günümüzde, inşa edilmiş bir din anlayışı üzerinden
canlı bir şekilde gördüğünü ifade etti. Günümüzde başarının sistemin öğüttüğü
insanlardan ve içi boşaltılmış çabalardan ibaret olduğunu dile getirdi.
Toplumu, aktörsüz ve sistemli bir düzen olan piyasacılar ve
kapitalist piyasada kendine yer bulamayan kimlik arayışı içerisinde olan
kimlikçiler olarak ikiye ayırdı.
Hayat tasavvurunu iş eksenli düşünüp, çalışan kimliğiyle
kendine yer bulamadığında yalnız kalmaktan korkan, kendini var kılabilmek için
‘onlar’ algısına ihtiyaç duyarak kimliğini tamamlamak için referanslar arayan
şizofrenik anlayıştan bahsetti.
Ümit Aktaş ile ‘İslam’da yönetim’ adlı makalesi ekseninde
yer yer tarihten yer yer güncelden
örneklerle olması gereken ve olanı içeren bir ders yapıldı.
Peygamber dönemi temeli
‘hak ve adalet mücadelesi’ iken yüzyılımız bunun aksine ‘yönetim’
temelli hale gelmiştir diyen Aktaş, temel duruş ve misyonumuzun ‘hak ve adalet
mücadelesi’ çerçevesinde ceht olması gerektiğini söyledi. Cehdi kıtalden ayıran
Aktaş, cehdin İslami devletler içerisinde dahi sıkıntıların görülüp bunları
söyleyebilmek ile mümkün olacağına vurgu yaptı.
Çeşitli ayet ve hadislerden alıntı yapan Aktaş,
Müslümanlığın tikelliğine rağmen cemaatin tekil bir somutluk olduğunu söyledi
ve açıkladı; dünya üzerindeki tüm Müslümanlara ümmet diyoruz ancak içimizde
asıl ayette bahsi geçenin ‘hayra
çağıran, kötülükten men eden ‘ bir topluluk olduğunu söyleyip, bunu Medine
toplumunda ümmet içerisinde bir cemaat ile örnekledi.
‘Toplum mu devlete tabi olmalıdır, devlet mi topluma tabi
olmalıdır?’ sorusuyla akılları düşünmeye zorlayan Aktaş cevabını, İslam’da asıl
olan devletin ümmete tabi olmasıdır şeklinde verdi. Ancak bunun ulus-devlet ve
kapitalist sisteme köleleşmiş günümüz devletlerinde tam tersi durumda olduğunu
söyledi.
İslami yönetim/yönetici tavrının Peygamberden sonraki
dönemde Muaviye ile iktidar mantığı haline geldiğini Muaviye’nin ‘ben
yeryüzünde Allah’ın halifesiyim’ sözüyle destekledi. Ebu Bekir ve Muaviye’nin
halifeliğinin farklı olduğunu savunan Aktaş, Ebu Bekir’in, Muaviye’nin aksine ‘ben Peygamberin
halifesiyim’ sözüyle destekledi. Tüm bu halifelik makamı, aslında insanın
halifeliğinin yeryüzündeki duruşuyla alakalıdır, önemli olan bizden öncekilerin
ardılı olmaktır dedi.
Devletçileşen iktidara rağmen hak ve adalet mücadelesinin
iktidarın dışında bir yerlerde hep devam ettiğini ancak güçlenen ve yayılan iktidar
ile birlikte bu mücade alanının daraldığını söyledi. İktidarcı yönetim tarzının
kesinlikle İslami olmadığını söyleyen Aktaş, ‘şura’ya dikkatleri çekti. Peygamberin
de bir şurasının olduğunu ve bunların cennetle müjdelendiği söylenen on kişi
olduğunu belirten Aktaş, Hz. Ömer döneminde de altı kişi ile bu şuranın devam
ettiğini ancak Hz. Osman döneminde son bulduğunu, aslında şuranın hiç
eksilmeden devam etmesi gerektiğini, bunun aksinin tek kişilik yönetime
evrildiğini savundu. Şura kavramını, yönetimde cemaatin sözcülüğünü yapan grup
olduğunu ve bunun da içimizdeki hakka ve adalete çağıran grup olduğunu dillendirdi.
İslam’daki yönetimin seçimli bir yönetim olduğunu dile
getirdi. Ve şuranın da cemaat tarafından seçilmesi gerektiğini söyleyen Aktaş,
bugünkü parlamentonun şuraya tekabül edebileceğini ancak bu parlamentonun
toplum tarafından seçilmediği için İslami yönetim tarzındaki şura olmadığını
söyledi ve bugünkünün aksine şuranın iktidara boyun eğmemesi gerektiğini aksine
gerektiğinde iktidarı dahi değiştirebilecek nitelikli kişilerden oluşması
gerektiğini ifade etti.
Asıl olanın hak ve adalet arayışı ve mücadelesi olan
yönetimin, tahakküm haline gelmesini sorunlu bulan Aktaş, İslam’da devlet
anlamındaki yönetimin şart olmadığını örgütlü mücadelenin şart olduğunu söyledi
ve ‘İslam devleti’ kavramının başlı başına problemli olduğunu dile getirdi.
İslam’da şayet bir yönetim olacaksa bir fıkıh dayatılmadan, insanların kendi
anlayışlarına açık bir yönetim olmalıdır. Önemli olanın toplumu güçlü
kılmaktır, devlet zayıf toplum güçlü olmalıdır diye ekleyen Aktaş, ne kadar
homojenleşirsek o kadar fakirleşiriz dedi.
İslami yönetimde önemli olan İslam’ın ilkelerinin uygulanmasıdır,
uygulayanın Müslüman olması değildir diyen Aktaş, Gandi’yi örnek bu düşüncesini
destekledi.
…